Soren Kierkegaard Kimdir

Soren Kierkegaard (Aabye) (d. 5 Mayıs 1813, Kopenhag – ö. 11 Kasım 1855. Kopenhag, Danimarka), varoluşçuluğun ku­rucusu kabul edilen Danimarkalı filozoftur.

Soren Kierkegaard Kimdir, Soren Kierkegaard Hayatı hakkında bilgi

Soren Kierkegaard Gençlik yılları: Kişiliğini derinden etkile­yen babası 1838’de Öldüğünde Kierkegaard ile kardeşine büyük bir servet bıraktı. Böylece Kierkegaard para sorunu olmadan zamanını yazmaya ayırabildi. Ama devraldı­ğı psikolojik mirasın kişiliği üzerindeki etki­leri çok daha önemliydi. Babasının gençlik yıllarında Tanrı’ya isyan etmesi yüzünden ailesinin lanetlendiğine inanıyor, annesinin ve beş kardeşinin ölümünü buna bağlıyordu. Kopenhag Üniversitesi’nde ilahiyat okumaya başladı, ama ilahiyat derslerini bırakarak felsefeye yöneldi. Babası öldük­ten sonra ise ilahiyat öğrenimini tamamla­yarak 1840’ta lisansüstü diplomasını aldı. Bu arada Regine Olsen ile nişanlandı, ama aralarındaki uçurumu fark edince nişanı bozarak Berlin’e gitti. Burada altı ay kaldı. Başından geçen bu kısa, ama etkileyici gönül macerası sonraki kitaplarına yansıdı. İlk felsefe çalışmaları. Kierkegaard Berlin’ den Enten-Eller: Et Livs Fragmenfin (1843: Ya-Ya da: Yaşamdan Bir Parça) taslağıyla döndü ve yapıtı Victor Eremito imzasıyla yayımladı. Bu çalışmasından başlayarak hemen her kitabını değişik bir takma adla yayımlamaktaki amacı, okuyucuyu be­lirli bir yönde koşullandırmadan ona farklı yaşam biçimlerine ilişkin yargı ve seçim olanağı tanımaktı. Enten-Eller başlığı altın­da da dünya görüşü konusunda estetik ile etik-dinsel seçenekleri sunuyordu. Kier kegaard’ın, her bireyin yaşamın sunduğu seçenekler arasından tümüyle bilinçli, sorumlu bir seçim yapma zorunluluğuna duyduğu inanç, Varoluşçuluğun temel ilkesi haline geldi. Gene 1843’te Johannes de silentio imzasıyla yayımladığı Frygt og Baeven. Dialektisk Lyrik af Johannes de silentino (Korku ve Titreme: Diyalektik Lirik, 1990) ve Constantin Constantius imzasıyla yayımladığı Gjentagelsen. Et Fors0g i den experim enterende Psychologi af Constantin Constantius’ta (Yineleme: Constantin Cons- tantius’un Deneysel Psikoloji Denemesi) iman ve kurban etme konusunu ele alarak imanın özünde çelişkili bir yapısı olduğu sonucuna vardı. 1844’te Johannes Climacus imzasıyla Phi- losophiske Smuler, eller en Smule Philosophi. Af Johannes Climacus’u (Johannes Cli- macus’un Felsefe Parçalan ya da Bir Parça Felsefe) ve Vigilius Hefniensus imzasıyla Begrebet Angest’i (Kaygı Kavramı) yayımla­dı. Birincisinde Hıristiyanlığı herhangi bir anlam içerecek biçimde ortaya koymaya çalıştı; Hıristiyanlığı özgür iradeyi varsayan ve özgür iradenin olmaması durumunda her şeyin anlamsızlaşacağı bir varoluş biçimi olarak dile getirdi. Böylelikle egemen Hegelci felsefeye saldıran Kierkegaard kendi görüşünün gücünü tümüyle ortaya koymaya hazırlanıyordu, ama önce özgürlük konusundaki görüşlerini psikolojiyi de kapsaya­cak biçimde genişletme gereğini duydu. Bunun sonucunda derinlemesine ilk psiko­loji çalışması sayılabilecek Begrebet Angest ortaya çıktı.

Kierkegaard belki de en olgun sanatsal başarısı sayılabilecek Stadier paa Livets vei adlı büyük yapıtını (Yaşam Yolunun Du­raklan) 1845’te Hilarius Bogbinder imzasıy­la yayımladı. Bir anlamda Enten-Eller deki görüşü yinelediği, ama çok önemli yeni bir ayrım yaptığı bu çalışmasında dinsel aşama­yı ya da alanı, yalnızca estetik değil, etik alandan da ayırdı. Gerçekte bu geliş­me, etiğin yaşam biçimi olarak yetersizliğini göstermeyi amaçlayan bütün önceki yapıla­rındaki görüşlerinin mantıksal bir sonucuy­du. Kierkegaard Enten-Eller âe. estetik ve etik olmak üzere iki alana yer verirken Stadier paa Livets vef de üç ayrı alandan söz etti. Kitabın “Suçlu mu?/Suçsuz mu?” adlı üçüncü ve son bölümünde bozulan nişanını yeni bir açıdan çözümledi. Estetik düzeyde, trajediye yol açan ve âşıkların birleşmeleri­ni engelleyen onların dışındaki bir güçtü; Romeo ve Juliet’in öyküsü bunun klasik örneğini oluşturuyordu. Etik düzeyde en­gel, iki sevgilinin farklı varoluş durakların­da bulunmalarından, aşkı birinin estetik açıdan, öbürünün etik açıdan yorumlama­sından kaynaklanıyordu. Bu engel ancak birinin öbürünü kendi varoluş alanına çeke- bilmesiyle aşılabilirdi, ama bu çok ender rastlanan bir durumdu. Oysa dinsel düzey­de engel, iki kişiden birinin yapısal farklılı­ğından, kaderini acı çekmek olarak görme­sinden ve ancak acı çekerek bulunduğu yer ve zamandan kopup sonsuzluğa hazırlanabile­ceğini kabul etmesinden kaynaklanıyordu. Estetik kahramanın karşıtı kendi dışındaydı; dinsel kahraman karşıtını kendi içinde bulurdu. Estetik kahraman fethederek, din­sel kahraman acı çekerek yücelirdi. Bir düşünce uğruna acı çekmek ise o düşünce­nin dinsel varoluş alanında gerçekleşmesi demekti. Kierkegaard Enten-Eller” \ yazar­ken kavrayamadığı bu tezi savunmak için kitabı yeniden yazmak zorunda kalmıştı. Savunduğu bu görüş Kierkegaard’ın yaşam ve genel olarak insanlık konusundaki yakla­şımının gittikçe karamsarlaştığını gösteriyor­du. Yaşadığı bazı üzücü olaylar dünyaya bakışını olumsuz yönde etkilemiş, Regine’in evlenmesi, aralarında Tann’nın olanaksızı olanaklı kılmasıyla gerçekleşecek bir tür tan­rısal evlilik bulunduğu yolundaki romantik yanılsamasını yıkmıştı. Frygt og Baeven’ın ve Gjentagelsen’in temelinde de aynı görüş yatıyordu, ama şimdi her şey sona ermiş, Stadier paa Livets vef nin “Vino Veritas” ya da “Ziyafet” adlı ilk bölümünde düş kırıklı­ğı açıkça ortaya çıkmıştı. Platon’un örnek alındığı bu bölümde aşk, cinsellik, kadın gibi konulara değiniliyor, kadınlardan genel olarak acı bir alay ve nefretle söz ediliyordu.

Hegelciliğe saldırısı: Kierkegaard yazıları­na gösterilen tepki yüzünden de düş kırıklı­ğına uğradı. Yazılarının anlamını kavraya­mayan ya da anladıkları halde onu alaya alan eleştirmenlerle arası açıldı. Bu çekiş­meler sonunda insanlara olan güveni iyice sarsıldı ve bu ruh hali sonraki yapıtlarının çoğuna yansıdı. Gene de 1846’da Johannes Climacus imzasıyla yayımladığı Afsluttende uvidenskabelig Efterskrift til de Philosophis- ke Smuler: Mimisk-pathetiskdialektisk Sammenskrift, existentielt Indlceg, af Johannes Climacus (Felsefe Parçalarına Bilimsel Ol­mayan Sonuçlandırıcı Notlar: Taklitçi-Duygusal-Diyalektik Bir Derleme, Varoluşsal Bir Katkı) bu kuralın dışında kaldı.

Kierkegaard kendine özgü uyuşmazlıkların tipik bir örneği olarak bu en önemli felsefe yapıtını da onun beşte biri kadar olan bir başka kitabı üzerine notlar biçiminde hazır­ladı. Ayrıca kitabını “varoluşsal bir katkı” olarak adlandırmakla okuyucuya, kendi felsefi tutumuna ilişkin güçlü bir ipucu da verdi. Amacı, Avrupa’da dönemin egemen felsefi görüşü olan Hegelcilikle hesaplaş­maktı. Bir varoluş sisteminin kurulamaya­cağını, çünkü varoluşun henüz tamamlan­mamış, sürekli gelişme halinde bir süreç olduğunu ileri sürerek Hegel’in varoluşun bütününü sistemleştirme girişimine karşı çıktı. Hegel’in mantığa hareketlilik getirme girişiminden kaynaklanan mantıksal hataya dikkati çekerek kategorilerin karıştırılması­nın yol açtığı karmaşayı ortaya koydu. Hegel, nesnel bir bilgi kuramı yarattığını düşünüyordu; Kierkegaard ise doğrunun öznel olduğunu ileri sürdü. Kendi tanımıy­la, “doğru ve varolan kişi açısından en yüksek doğru, en tutkulu ruh haliyle kendi­ni adayarak korunan nesnel belirsizlikti.” Çağdaş varoluşçuluğun temel taşlan olan bu ilkeler hem Hegel’in “sistem” adıyla andığı felsefesinin yara almasına, hem de felsefi sistemlere duyulan güvenin sarsılma­sına yol açtı. Sistem kurucu filozof, varolu­şu zihinsel olarak anlamanın olanaksızlığını hiçbir zaman anlayamazdı. Hegel varoluşla düşünceyi aynı düzleme koymuş, böylece imana yer bırakmamıştı. Bunun sonucunda da Hıristiyanlık sistemde bir paragrafa, genelin yalnızca bir örneğine indirgenmişti ve bu Kierkegaard’a göre utanç vericiydi. Tanrı’yı insandan tümüyle ayn bir varlık olarak gören Kierkegaard Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boşluk olduğunu ileri sürdü ve bu görüşünü “inanç sıçraması” deyimiyle dile getirdi. Yaşama karşı estetik ve etik tepkile­re ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtarmadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemli olduğunu, ama dinsel doğrunun nesnel kanıtı bulunmadığını vurguladı. İnsanları Hıristiyanlaştırma görevini hiçbir zaman yüklenmemekle birlikte, çağdaşlanna Hıris­tiyanlığın gerçekte ne olduğunu anlatma zorunluluğunu duymuştu. Bundan öte, Tann’nın kendisine özel bir görev verdiğini ve yazmayı tümüyle bırakması gerektiğini hissediyordu. Ama hiçbir zaman yazmaktan vazgeçmedi. Bundan sonraki yapıtlarında Hıristiyanlığı öteki bütün yazılarından daha katı ve ödün vermez bir biçimde betimledi. Ömrünün sonlarına doğru artık Tann’nın kendisini, yerleşik kilise ve din adamlanna acımasızca saldırmakla görevlendirdiğine inanıyordu. Küçük kitaplar, broşürler ve hatta 10 sayısı­nı da tek başına hazırladığı 0ieblikket adlı bir süreli yayın çıkarmaya girişti. Bu yçğun çalışmanın sonunda sağlığı bozuldu. İyice güçsüzleşerek hastaneye kaldırıldı ve bir ay içinde öldü. Tükenen servetinin son parça­sıyla hastalanmadan önce basıma gönderdi­ği 0ieblikkef’ın 10. sayısının masraflarını karşıladı. Değerli birkaç eşyasını da Dani­marka’nın Batı Hint Adalarındaki valisiyle evli olan Regine’ne bıraktı.

Çağdaş Varoluşçuluk üzerindeki etkisi. Kierkegaard’ın kiliseye saldırılan kurumsal bir değişikliğe yol açmadıysa da çok sayıda din adamının tutumlarını gözden geçirmele­rine ve hatta görevden ayrılmalarına neden oldu. Yapıtlarının felsefi ve sanatsal değeri ise uzun süre tam olarak anlaşılmadı. 1877’de Kierkegaard üzerine ilk kitabı yayımlayan Danimarkalı edebiyat eleştir­meni Georg Brandes onun düşünce ve yaşamının başarılı bir çözümlemesini sundu. Brandes ateistti ve Kierkegaard’ın görüşle­rini kiliseye karşı kullanıyordu. Kierkega­ard’ın düşüncesinin bir özelliği de Hıristiyan ilkelerine bağlı olmayanlar kadar dindar kişiler tarafından da benimsenmesiydi. Yapıtlarının ilk baskısını hazırlayan üç kişiden biri imanlı bir Hıristiyan, ateist olan öbür ikisinden biri ise kilise düşmanıydı.

Kierkegaard Almanya’da büyük ilgi uyan­dırdı ve I. Dünya Savaşı’ndan önce bütün yazıları Almancaya çevrildi. Ama düşüncesi iki dünya savaşı arasındaki yıllara değin yaygın olarak tanınır hale gelmedi. Bu yıllarda benzer olguları, örneğin “ölümcül hastalık” gibi konuları ele alan Freudcu psikanalizin öncülüğünde görüşleri yayıldı. İsviçreli Protestan ilahiyatçı Kari Barth’ın ilahiyat görüşleriyle Kari Jaspers, Martin Heidegger ve Yahudi ilahiyatçı Martin Buber’in görüşleri de varoluşçu düşüncenin gelişmesine katkıda bulundu.

Kierkegaard’ın yazıları, kaygı ve acı çek­me gibi olguların daha etkili bir biçimde yaşandığı II. Dünya Savaşı sonrasında çö­zümlendi ve asıl değerine ulaştı.

1 yorum

bensu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Adını veya rumuzunu yazabilirsin.