Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Özeti

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu özeti
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu özeti kısa
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının özeti

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının özeti aşağıda verilmiştir ;

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında, dizindeki meçhul bir kemik hastalığı nedeniyle yıllardır hastane koridorlarını aşındıran on beş yaşındaki küçük bir çocuğun acı dolu, sıkıntılı, bunalımlı tedavi süreci; hastalığın vermiş olduğu tedirginlik, eziklik, yalnızlık duygusu; doktorların olumsuz konuşmalarına rağmen hayata tutunma mücadelesi; bir akrabasının kızına âşık olması, hastalık sebebiyle sevdiği kızı zengin bir doktora kaptırması konu olarak işlenmiştir.

“Fakir ve dizinden rahatsız olan bir çocuğun, kendisinden dört yaş büyük bir kıza âşık olması, beraberliğe dönüşmeyen bu aşkın getirdiği sıkıntı ve heyecanlardan dolayı rahatsızlığının artması ve nihayet ameliyat edilmesi, romanın konusunu teşkil etmektedir.

Orhan Okay’a göre romanın “konusu kısaca şöyledir: On beş yaşlarında, yıllardır kemik vereminden muzdarip bir genç olan roman kahramanı, annesiyle beraber İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, mütevazı bir evde yaşamaktadır. Geçirdiği birkaç ameliyat onu iyileştirememiştir. Son çare, mafsalın kesilerek bacağın kısalmasıdır. Hasta genç, uzak akrabasından emekli bir paşanın Erenköy’deki köşküne sık sık gitmektedir. Paşanın, kendisinden dört yaş büyük kızı Nüzhet’e âşıktır. Hayat dolu ve biraz da havaî bir kız olan Nüzhet’e, zengin bir adam, Doktor Ragıp talip olmuştur. Hasta genç, sıhhatsizliği ve fakirliği ile, bu koca adayına rekabet edecek güçte değildir. Romanın sonunda Nüzhet, Ragıp’la evlenmiş, çocuk da ameliyat olmuştur.

Saygıdeğer Hocam İsmail Çetişli’ye göre Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun konusu: “Küçük yaşta babasını kaybetmiş, dizinden uzun süredir hasta, İstanbul’un kenar semtlerinden birinde annesi ile birlikte yaşamakta olan on beş yaşlarındaki fakir kahramanın, birlikte büyüdükleri ve kendisinden dört yaş büyük Paşa’nın kızı Nüzhet’e karşı beslediği duygular; aralarındaki zıtlıklar yüzünden bu duyguların sebep olduğu çatışmalar ve hastalığındaki olumsuz gelişmeler sebebiyle yaşadığı maddî ve manevî sıkıntı, acı, buhran ve bunalımlar”dır. (Çetişli, s.242)

Romanın ilk satırlarından itibaren okuyucuyu çepeçevre kuşatan en güçlü tema “hastalık”tır. On beş yaşındaki bir çocuğun sekiz yaşından beri çektiği, sol dizindeki meçhul bir hastalık. Yedi senedir birkaç kez ameliyat olmasına, türlü tedavi yöntemleri denenmesine rağmen bir türlü iyileşmeyen, aksine hep kötüye giden, acılar içinde kıvrandıran bir hastalık. Doktorlar net bir şey söylemezler, “çok kötü, çok vahim, çok tehlikeli” gibi açıklamalar yaparlar. Doktorların adeta bir robot gibi insanlıktan, duyarlılıktan, incelikten yoksun açıklamalarına rağmen Hasta Çocuk iyileşme umudunu hiçbir zaman kaybetmez. Doktorların ağzından çıkacak bu meçhul hastalıktan kurtulacağına, iyileşeceğine dair küçücük bir sözün hayaliyle yaşar.

Bedensel hastalık, kahramanın ruhsal yapısını da altüst eder. Bacağının kesilmesinden, sakat kalmaktan çok korkar. Sakat kalma korkusu, kahramanı adeta bir gölge gibi takip eder. Çevresindeki insanların gözünde o, acınacak durumda olan bir zavallıdır. Hastalığı yüzünden derin bir eziklik duyan çocuk, doktorların güçlü ellerini, sağlıklı insanları, tabiatın canlılığını kıskanır.

Hasta Çocuğun Nüzhet’le olan ilişkisinin mutlu bir şekilde sonuçlanmamasında hastalık önemli bir etkendir. Hasta Çocuk, kendisinden dört yaş büyük olan Nüzhet’in kalbini kazanmıştır. Fakat Hasta Çocuğun, rakibi karşısında hiç şansı yoktur. Doktor Ragıp, öncelikle sağlıklı bir insandır, eğitimlidir, zengindir, otuz beş yaşındadır. Bir de bunlara Nüzhet’in annesinin soğutma gayretleri eklenince Hasta Çocuğun bu gönül macerası hüsranla sonuçlanır. Bir tarafta zengin, sağlıklı bir doktor, diğer tarafta her an sakat kalabilecek hasta bir çocuk.

Kolundaki meçhul bir kemik hastalığı yüzünden yıllarca tedavi gören Peyami Safa, bu romanıyla hasta insanların yaşadıkları acıları, hastane koridorlarında ve muayene odalarında yaşanan sıkıntıları, hastalığın insanların iç dünyalarında yarattığı tahribatı başarılı bir biçimde yansıtmıştır. Yazar, okuyuculara hasta insanların iç dünyalarındaki acıları, bunalımları, eziklikleri, isyanları gösterir ve okuyuculardan hasta insanlara karşı daha duyarlı davranmalarını ister.

Romanda işlenen temalardan biri de “sakat kalma korkusu”dur. Sol dizindeki meçhul bir kemik hastalığından dolayı yedi yıldır hastane koridorlarını aşındıran, hastane havası, ilaç kokuları içine sinmiş olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan bahtsız bir çocuğun yaşadığı sakat kalma korkusu. Henüz on beş yaşında küçük bir çocuk olmasına rağmen dermansız bir hastalıkla boğuşmaktadır. Doktorların ağzından çıkacak tatlı bir söz, cılız da olsa bir ümit ışığı olacaktır Hasta Çocuğa, onun karanlık dünyasına. Sakat bir insan olmayı kabullenmek kolay değildir. Doktorların ısrarlarına rağmen koltuk değneğiyle yürümek istemez. Sonrasında acı çekeceğini bile bile yine de koltuk değneği kullanmaz.

“Vücudunun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum.

Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken, dakikalarca mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş gibi, endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı?

Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül etmekten daima kaçtığım bu korkunç tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum.

Ameliyattan sonraki hâlimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı anlamıyorum, bir diş çektirdikten sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı zannedildiği halde ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş dönmesine nasıl alışılır?

“Yatağa girince vücudumun her vakitkinden fazla ağırlaştığını zannettim. Istırap ağırlığıma bir şeyler katıyordu. Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm, ve doktorların kat’i ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daima reddettim.

Uyuyamıyordum.

Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lazım geldiğini anlıyordum. İçimde hep ne olduklarını bilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım; onlar olmasa bir saniye nefes alamazdım; çünkü bütün hesaplar aleyhime çıkıyordu, bu meçhul ümitler beni aldatırlarsa mahvolacaktım.

Hasta Çocuk yedi yıldır beklediği iyileşeceğine dair sözleri, romanın sonunda bir doktorun ağzından duyar. Hasta Çocuğun tek isteği vardır: Bacağının kesilmemesi. Tedavi yöntemi, tedavi süreci ne kadar acılı olursa olsun her şeye katlanacaktır, yeter ki bacağı kesilmesin.

“… bunu kasaplar da yaparlar ve bir balta vuruşta bir uzvu uçururlar. Biz, biraz tendürdiyot süreriz ve biraz da kloroformla hastayı uyuturuz. Farkı budur. Doktorluk, bu bacağı ve bu gençliği kurtarmaktır. Kendisine sorun, bu hastanede aylarca kalırsa, üç beş ameliyata dayanırsa kurtarmaya çalışırız, yoksa…

Romanda işlenen temalardan bir diğeri “aşk”tır. Bu aşk, on beş yaşındaki Hasta Çocuk ile on dokuz yaşındaki Nüzhet arasında yaşanır. Nüzhet, emekli bir Paşa’nın kızıdır. Akraba çocukları oldukları için beraber büyümüşlerdir. Nüzhet’in Doktor Ragıp tarafından istenmesinden sonra Hasta Çocuk ile Nüzhet arasında bir yakınlaşma başlar. Nüzhet’in “Ragıp Bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.” (s.23) demesi, Hasta Çocuğa cesaret verir. Hasta Çocuk, Paşa’nın evinde kalırken Nüzhet geceleyin odasına gelir, bir süre konuşurlar. Çocukluktan gençliğe adım atmakta olan Hasta Çocuk, Nüzhet’in olgunlaşan vücuduna hayranlıkla bakar, heyecan duyar. Nüzhet’e genç bir kıza, genç bir kadına bakar gibi bakar. Nüzhet’i dudaklarından öper. Başka bir gece Nüzhet yine Hasta Çocuğun odasına gelir. Mum ışığında, yarı çıplak genç kız vücudu Hasta Çocuğu tatlı heyecanlara sürükler. Hasta Çocuk, Nüzhet’i öperken kendisini gül bahçesinde zanneder. Hasta Çocuk ile Nüzhet, kükürt serpmek bahanesiyle bağa giderler, yaprakların arasında öpüşürler.

Nüzhet’in annesi bu yakınlaşmayı hisseder. Kızını Hasta Çocuktan soğutmak için elinden geleni yapar; hastalığının bulaşıcı olduğunu, çatalını kaşığını ayırttığını, onun bir mikrop olduğunu söyler ve kızını şiddetli bir biçimde azarlar. Hasta Çocuk, yengesinin ağzından “mikrop” sözcüğünü tesadüfen duyar. Mikrop sözcüğüyle kendisinin kastedildiğini anlar. Romanda gerilimin en üst düzeye tırmandığı an, bu bölümdür. Hasta Çocuğun mutsuz ve karanlık gönlünde Nüzhet’le cılız da olsa bir güneş açmıştır. Hasta Çocuk hayata Nüzhet’le tutunmaya başlamış, fakat henüz ne olduğunu anlamadan yeniden dünyası kararmıştır.

Bu olaydan sonra Hasta Çocuk evine dönmeye karar verir, fakat annesi gelince birkaç gün daha köşkte kalırlar. Bu arada Nüzhet’in tavırları değişir. Nüzhet, Erenköy’den bıktığını, Berlin’e gitmek istediğini söyler. Annesinin çabaları sonuç vermiştir. Nüzhet kendisini isteyen doktorla Berlin’e gitme hayalini dile getirir. Nüzhet soğuk tavırlarıyla ve üstü kapalı sözleriyle niyetinin ne olduğunu anlatmaya çalışır. Hasta Çocuk her şeyi anlar, kabullenir.

Hasta Çocuk – Nüzhet ilişkisinin ayrılıkla sonuçlanmasında pek çok etken vardır. Öncelikle aralarındaki yaş farkı; Hasta Çocuk on beş, Nüzhet ise on dokuz yaşındadır. Hasta Çocuk, dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgun bir kişiliğe sahiptir. Nüzhet havaî, şımarık, sorumsuz, basit bir kızdır. Nüzhet’in annesinin soğutma çabaları da önemli bir etkendir. Ayrıca hastalık, sakalt kalma korkusu, eziklik duygusu, rakibinin sağlıklı ve zengin bir doktor olması…

Nüzhet’e duyduğu aşk, Hasta Çocuğa hastalığını, mutsuzluğunu, yalnızlığını, ezikliğini unutturmuştur. Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra bacağındaki ağrılar şiddetlenir. Hastanede acılar içinde kıvranırken sevdiği kızın adını -Nüzhet- sayıklar. Gözünü her kapadığında Nüzhet’in hayalini görür, kendisini Erenköy’deki köşkte zanneder. Nüzhet’i bir türlü unutamaz.

Romanın önemli temalarından biri de “yalnızlık”tır. Babasını yıllar önce kaybeden Hasta Çocuk, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle oturmaktadır. Sol dizindeki meçhul bir hastalık nedeniyle yıllarca hastane koridorlarında yalnız başına beklemiş, çok acılar çekmiştir.

“Yalnız Çocuğun Azabı

Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.

Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğüm de yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum.

Ben de o muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanım da büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize girerdim, ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, rengimin uçtuğunu hissederdim.

Hasta Çocuk, yalnızlığını annesiyle paylaşmak ister. Ancak doktorların bacağıyla ilgili olumsuz konuşmalarını annesinden saklar. Hastalığını, çaresizliğini, ümitsizliğini, korkularını kendi içinde yaşar. Annesini üzmek istemez.

“Felâketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikâl edişinde büyüdükçe büyür.

Tabiatın canlılığına ve çevresindeki insanların sağlıklı olmalarına karşın kendisinin hasta olması Hasta Çocuğu derin bir yalnızlığa sürükler. Çevresindeki insanların kendisine acıyan gözlerle bakmasına dayanamaz. Herkesten şüphelenir.

Nüzhet’le geçirdiği birkaç güzel gün Hasta Çocuğa yalnızlığını unutturur. Fakat bu mutluluk fazla sürmez. Hasta Çocuk, bir genç kız olarak Nüzhet’i beğenir, ancak kişilik yönünden durum farklıdır. Hasta Çocuk dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgundur. Nüzhet havaî, şımarık, basit bir kızdır. Bir anlamda Hasta Çocuk, sevdiği kızla beraberken dahi iç dünyasında yalnızdır.

“Nüzhet’le beraber büyüdük. Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim, bilhassa hastalığımdan sonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu. (Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.) kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum…

Yalnız büyüdükçe birbirimize yabancılaştığımızı birkaç kere fark etmiştim, aramıza meçhul anlaşmazlık setleri yığılıyordu ve ben bunları yıkmaya çalışmaktan zevk alıyordum, fakat her birini yıktıkça daha büyüğünün önüme çıktığını görmek beni hem sevindiriyor, hem kederlendiriyordu. Birbirimize açıldıkça kapanıyorduk.

Romanın sonunda Hasta Çocuk, ameliyat olmak için Dokuzuncu hariciye Koğuşu’na yatırılır. Hasta Çocuk yine yalnızdır.

“Gidiniz, bir şey istemiyorum, gidiniz.

Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdöşambr içinde de yadırgıyorum.

Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.

Odadan gündüz ışığıyla beraber bana ait her şey çekiliyor: Evime ait hatıralar, kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, birçok şekiller, hayatımın parçaları, Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk. Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum karartılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu.

Kapım kapalı. Açmak istemiyorum. Açarsam hastanenin benim için hazırladığı felâketlerin hepsi birden içeri girecek sanıyorum.

Hasta Çocuk sosyal konularla ilgili düşüncelerinde de yalnızdır. Milliyetçi bir kişiliğe sahip olan Hasta Çocuk, millî değerlerine bağlı, Türkçeyi seven ve diline sahip çıkan biridir. Fakat Paşa ile Doktor Ragıp’ın yozlaşmış düşüncelerine tahammül edemez.

“- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!

Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelâlara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve doktor, basit kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlara sevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmak için nafile yoruluyor. Fransa’nın bizim kültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâde Tanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorun samimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onun bütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadan ileri geçmiyordu. ‘Reçetelerimizi bile Fransızca yazıyoruz.’ diyordu.

“Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşaya girdim ve şahlandım. O derece ki Paşa bana çok kızıyor ve tecrübesizliğimden, cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin daha derin taraflarına kadar hücum ediyordu.

Beni susturan şey nefretimdi. En basit içtimaî davaları anlamayacak kadar yabancı tesirler altında şahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakaşaya mecbur olmanın küçüklüğünden muzdariptim.

Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.

1 yorum

Hemen Yorum Yaz

Adını veya rumuzunu yazabilirsin.